Osmanlı’da batılılaşma hareketleri ilk olarak askeri alanlarda görüldü. 18. yüzyılda başlayan bu hareketler, zamanla sivil alanlarda da kendini gösterdi. 19. Yüzyılın başlarında Tanzimat’la düzenlenmeye çalışıldı. Yine 19. yüzyılın ortalarında Islahat Fermanı (Hatt-ı Hümâyun) çıkarıldı. Müslüman olmayanlara (Gayrimüslimlere) yeni haklar tanındı. Bu şekilde Batılılaşmaya çalışıldı. Osmanlının son iki yüzyılında batının; bilimsel, ekonomik, teknik ve felsefi alanlarda ilerlemesi, bu anlamda Osmanlıların geri kalması yönetim kademelerinde zamanla aşağılık kompleksi yarattı. Toprak kayıpları hızlandı ve Birinci dünya Savaşı sonrası imparatorluk parçalandı. Parçalan imparatorluktan pek çok yeni ulusal devletler ortaya çıktı. Denilebilir ki en son ortaya çıkan ulusal devletlerden biri Türkiye Cumhuriyeti’dir. O çağda; olmayan vatan bilincini, olmayan ulus kimliğini, olmayan yurttaş bilincini yaratabilmek için yeni devletin kurucuları bu değerleri yaratabilmek uğruna zaman zaman günümüz değerleriyle örtüşmeyen aşırı ulusalcı tutumlar da sergilediler. Bu tutumlarını o günün koşullarında değerlendiremeyip, bugünün demokratik standartlarıyla değerlendirmeye kalkanlar büyük bir yanılgı içindedirler.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar, Batı’ya karşı bağımsızlık mücadelesi verdiler. Hepsi Batı’yı çok iyi bilen, onlarla cephelerde savaşan insanlardı. Aslında Osmanlı’nın bir Batı devleti olduğu inancındaydılar. Ancak geri kalmışlıklarının da farkındaydılar. Üzerlerinde bir kısım Osmanlı aydınında görülen aşağılık kompleksi yoktu. Batıya rağmen Batılı değerleri benimsemek istediler. Bu doğrultuda, Orta-Doğu bataklığından çıkılarak Batı’ya yöneldiler. Bu yönelimin sebebi o günün en ileri toplumlarının batılılar olmasıydı. Amaç Batılı olmaktan çok, batılı değerlere yaslanarak, onlardan yararlanarak çağdaş uygarlığı yakalamaktı. Hepsi Kurtuluş Savaşı’nı Batılılara karşı verdiklerinin bilincindeydiler. Hiçbir zaman da Batı hayranı olmadılar. M. Kemal Atatürk bir kez olsun batıya ziyarete bile gitmedi. Yaşadığı sürece çoğu devlet adamı onun ayağına geldi. Devrimlerin esas amacı “Batılı gibi olmak” değil, çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkmaktı. Bu amaçla nerede ilerlemeyi sağlayacak bir yaklaşım varsa, bir bilgi birikimi bulunuyorduysa oralara ulaştılar. Oralardaki yasalar incelendi ve ülkemizin bünyesine uyacak hale sokularak uygulamaya konuldu. Hep söylenir; “Medeni Kanun İsviçre’den alındı,” diye. Hayır, alınmadı, incelendi ve daha ileri bir uygulaması hayata geçirildi. “Türk ceza Yasası, İtalya’dan alındı,” denir. Hayır, alınmadı, incelendi, daha ileri düzeyde bir uygulama hayata geçirildi. Yani alınmadan ziyade bu yasalardan yararlanıldı. Hukuk sistemimiz, Fransız hukuk sisteminin benzeri olmakla beraber aynı değildir. Bizdeki hukuk sistemi, Kara Avrupası Hukuk Sistemi’nin ülkemize adaptasyonudur. Eğer Medeni kanun olduğu gibi alınsaydı; Türkiye’de kadınlara seçme seçilme hakkını verilişi yerelde 1930, tüm seçimlerde 1934, İsviçre ise 1971 olur muydu? Üstelik İsviçre’de kimi kantonlarda bu hakların verilmesinin tarihi 1991’dir.
Saltanatın ve Hilafetin kaldırılmasından sonra çok hızlı bir biçimde devrimler aşamasına geçildi. Devrimler esnasında Arap harfleri değiştirilerek Lâtin harfleri getirildi. Burada da amaç; o ana dek bilimsel, akademik, teknik ve felsefi bilgileri kapsayan basılı kaynakların yüzde yetmişine yakınının Lâtin harfleriyle basılı olmasıdır. Ayrıca Arap, Alfabesi’ndeki harfler, Öz Türkçeyi yeterince karşılayamıyordu. Kaynakların çevirisi zor oluyordu. İnsanlar bu kaynaklara daha rahat ulaşsınlar diye bu devrim gerçekleştirildi. Öyle; “Bir gecede cahil kaldık, köklerimizden koptuk,” söylemleri “galat-ı meşhur”dan öte, safsatadır. Tüm devrimlerin temel amacı; kul olmayan özgür bireyler, çağdaş bir devlet yaratmak amacıyla yapıldı.
Ne acıdır ki Büyük Önder’in ölümüyle başlayan karşı devrim çok yol aldı. Bizdeki bir kısım; devrimci, ilerici, çağdaş uygarlığı savunanlar da halâ 1920 lerin, 1930 ların değerleriyle T.C. yi mahkûm etmeye çalışıyor. Ben anlamakta zorlanıyorum.