Güçlü bir insani inanca sahip olmak, bu inancın adaletine sığınmak ve sığındığım yerde huzuru bulmak isterdim olmadı.
Sanki her gazete manşetinde, her ecelsiz ölümde, her vakitsiz gidişte kendi içimde bir şeylerin kaybolduğunu hissediyorum. Hayatın, insanın kendi içindeki boşlukları doldurma çabası olduğuna inanıyorum. Sokağın gerçekligi, insanlarin hikayeleri daha tanıdık geldikce yüzümüze, ezberlerimiz bozuluyor. Bozulan ezberlerin yerine ise kara, telaşlı bir yenilgi kalıyor.
Henüz hayat bilgisi dersinde başlıyor gariplikler. Önlüğün uzerinde tek ilmiği sökülmüş bir yakalıkla okudugumuz kitaplarda ecel hep sırayla geliyor. Oysa büyüdükçe görüyoruz ki, bu topraklarda yaşlılar, gençlerin ağıtlarını yakip hasret türküleri söylüyor. Yaşadığın zamana göre degil de, yaşamında dert ettigin şeye göre ölüme yaklaşıyorsun buralarda.
Dünyayı sevdikce o da seni sever saniyorsun, evrene mesajlar yolluyorsun, derdini suya anlatıyor, duanı kağıda yazıyorsun işte. Aslında farkında değilsin ama aradan insanı çıkarıyorsun. Çünkü biliyorsun ki her şey insanı sevmekle başlasa da, her şey sevdiğin insanın bir başkasını sevmesiyle bitiyor. O gelince gözün başka şey görmesede o seni görmeden gidiyor. Gün oluyor bedenine giren kurşun, yardımına en çok muhtaç olduğun insanın silahından çıkıyor.
Sanıyoruz ki ileride, aynı bizim hayal ettiğimiz gibi bir zaman var.
Sabrediyor, bekliyoruz. Beklemenin bir nevi sadakat olduğuna inanıyor, hiç bir sey yapmamayı kutsuyoruz. Oysa beklentiler çogu zaman kedinin oynadığı yün yumağı gibi dönüp dolaşır insanın hayatında. Ne gelirse başına, işte o bekleme sırasında gelir.
Senin uğruna ömür verip beklediğin, olur da gelirse, artık başka bir insan gelir...
Biri sevdiğini bekler, biri sevmeyi biri ölmeyi, bir çocuk yürümeyi, bir kadın özgürleşmeyi, bir coğrafya barışı bekler. Oysa tırnaklarını kanatırcasına savaştıkça beklediğini yaklaştırır insana zaman.
Coğrafya kader midir biliyorum da bilmiyorum.. hep bildiğim tarafı bilmediğim yanıyla çelişiyor, ama insanın kendisiyle olan tükenmez savaşı, bütün insanlığın kaderidir gibi gelir bana.
Zenginin kendini doyuramaması, garibanın kendini kader deyip de avutması kadar büyük savaş olur mu dünyada? Bu savaş kadar hangi savaşta zayiat vermistir insanlık?
Her gün kendini tekrarlayan bu savaşın ganimeti, nasıl olur da her seferinde zenginin kasasına hapsolur?
Öyle bir zamana hapsolduk ki, gülmek hepimizin suratında eğreti duruyor. Oysa insanın umudu, kendi sevincinden doğar. Koca bir insanlık tarihinin günahını üzerimizde taşır gibi dursak da sevinç de mutluluk da bizim hakkımız. Çünkü bizler, bu pisliğe bulanmış dunyanın en acemi çocuklarıyız.
Bu coğrafya bir kaderse, bu kadere teslim olmamak lazım. Homeros un Hektor’u, Yaşar Kemal’in İnce Memed’i çıkardığı toprakların bütün sokaklarında elbette bütün haşmetiyle yeniden doğacak güneş. Kendi içindeki boşluğu kara bir yenilgiyle doldurmak yerine özgürlük, ekmek, barış isteğiyle doldurmaya karar verdiğinde yeniden bir araya gelecek umut. Bütün parçaların bir araya gelmesi bir bütün etmeyecek elbette.
Bir bütün olmak için, yeniden gülebilmek için, insanın kendisini anlayabilmesi, taniyabilmesi ve gücünü anlayabilmesi için bir başkasına ihtiyacı vardır.
Umut, yeşerdikçe kalabalıklaşır..
Eylül hüzün ayıdır. Ayrılık vardır, matem vardır der çoğu ozan, çoğu şair, çoğu alim .. Sonbaharın gelişinin habercisi hepimizin içindeki duyguları bir yere savurur.. Ya yaprak dökeriz dallarımızdan, ya umutlarımızı dökeriz o yapraklar arasında düşeriz koparız her şeyden .. Geçer Eylül gelir Ekim ve ardından uzun soğuk kış ayları bunca ayın arasında zordur umutları yeşertmek ama en iyi bildiğimiz şeydir düştüğümüz yerden kalkmak ve dizlerimizi silkeleyerek yolumuza devam etmek. Çünkü yolun sonunda mutlaka bahar vardır baharla birlikte umut vardır..
Ne demişti Cemal Süreyya :
"Dedim ya Eylül’dü. Savruluşu bundandı kimsesizliğimin."