Anasayfa
ŞİİR ÜSTÜNE
Hasibe Boztepe
20 Temmuz 2022

Nice yol, nice yolculuk… kâh zindanın gözbebeğine oturan kan, kâh masmavi bir köpük demir parmaklıkları yırtan; kâh hoyrat dizleriyle baharı soluyan bir zeybek havası, kâh sevgilinin saçlarına tutunan bir leylek yuvası… Bazen gurbetin sancıyan yüzü; bazen eli memleketimin elinde, yüreği toprağımın iz düşümünde bir dağ türküsü… Baharın dudaklarına düşen kekeme bir çığlık; rüzgârın hülyalı başında kavak yelleri estiren en özgür, en başına buyruk ıslık…

       Kambur bir gemicinin dilsiz karanlığa meydan okuyan sireni; sarışın denizin kınalı saçlarında uyuyan yosunların kalbidir şiir. Özlemin güncesi, bir avuçluk imbat esintisi, siyah faytonların mavi valsi, sözcüklerle dans edişidir kalemin. Kör bir karanfilin aydınlığa susayışı, sağır bir gülün bülbüle yaslanışıdır. Yağmurun eteklerinde biriktirdiğini vakurca toprağa bırakışı, güneşin tipiye başkaldırışıdır; o bir annenin hesapsızca açılan kolları, bir babanın berekete kesen bakışlarıdır. Şiirdir o; ilahi bir hazdır; abu-hayat yumağı, çağdaş bir sorgulayıştır hayatı. Yaşamın içine sızmak, yaşamı ciddiye almaktır aslında.

Bazen yatağıma gelir gecenin bir vakti kıvrılır yanıma, bazen de o tahta masanın başına oturur, cılız iskemleye kurulur yalnızlığımı bölüşür benimle. Kesip biçer kelimeleri, boyarım özgün renklere, yeni imgeler giydiririm, parantezler, ünlemler, soru işaretleri, maviler, yeşiller, erguvan çiçekleri… Şahlanır kalemim doğurdukça Anadolu’m kadar güzel ve gerçek şiirin hasını.

Şiirin hası ki… Tarihleştirir insanı.

       Bir plak cızırtısında inlerken gece, uyurgezer trenler geçerken içimden, birden düşüverir yüreğime ateşi. Gözleri aç, çölde bir kum tanesi gibi, minicik elleriyle dokur düşlerime sûretini. Yaralı, kangren çıkmaz sokağın kucağındaki tipiyi süpürmek için ufukları yeniler. Ah kelimeler, ah kelimeler! Bir tutam umut, bir nefeslik aşk, bir adım deniz… Martılar sarhoş, balıkçıların oltasında Orhan Veli… Sucuların hiç dinmeyen çıngıraklarında İstanbul… Ve şiiri bölüşmek Atilla İlhan’ın bereketli sofrasında.

       Salkım söğüt bir Anadolu kasabasını söyler bazen dili. Nice kadın, nice çile ve nice yağmuru bekleyen kuraklık… Nice terli alın, nice bereketli günaydın, nice yaşanmışlık… Yeşile duran bir ağaç, o ağaç ki… Şefkate muhtaç; geceyi korkudan soyan şafak, o şafak ki… karanlığa ilaç.

       Yazmadan yapamam; diyebilirim ki benim için şiir sığınılacak tek liman. Kış sızlatırken topuklarımı, iliklerime sızarken karın kırılganlığı, onun güneş rengi elleri gezinir saçlarımda. Yalnızken, ya da kalabalığımı yalnızlaştırırken birden elleri uzanır yüreğimdeki çocuğa. Mavi, masmavi bir zaman çağlar o an, masallar akasyalar, iğdeler doğurur yiğitçe ve anaç… “Heyyo, heyyo! Bahar geldi” diye el çırpar meydanda güvercinler; hınca hınç meydanlar özgürlüğü söyler. “Hadi yaz, yaz artık!” isyanıyla ruhumu çekiştirir içimdeki tutku. O an ne varsa bildiğim dünyaya dair hepsini, tüm bildiklerimi kusmak, biriktirdiklerimi yollara saçmak, sesimdeki sessizliğimi bölüşmek isterim tüm dost yüreklerle. Bölüşerek çoğalmak, çoğaldıkça çoğalmak… Evren kısır kalmasın diye, ne varsa susturup, sözcüklerin o sığ zamanları yırtan engin varlığıyla, en ilkel yangınlara su olan başı dik duruşuyla seslenmek gelir içimden. Yazmak, arınmak; yazmak bahar kokana dek, geceden sıyrılana dek, umudu dokuyana dek, sevgiye dokunana dek, ruhu kötülüklerden soyana dek, yaşamla bütünleşene dek yazmak…

       Şiir, hayatıma tuttuğum ayna. Yaşamda biriktirdiklerimi; bazen boğazıma düğümlenen kara kışları, bazen de içimde çoğalttığım ışığı yansıtıyor kelimeler. Yazdıkça doğurganlaştığımı, karanlığın kıskacından kurtulduğumu duyumsuyorum. Ceplerime yeni kelimeler doldurdukça, yeni yollar, yeni yolculuklar koydukça gözlerime, aykırılığım rafa kalkıyor. Adeta kabuk değiştiriyorum, çehrem gökkuşağına boyanıyor. Yazdıkça yeni serüvenlere kanat çırpıyorum. Bazen Nedim’in coşku dolu çeşmesinden dolduruyorum tasımı; ayağım yerden kesiliyor, büsbütün bahar oluyorum katıksızca baharı soluyorum. Bazen rotam kızıl havaları seyre dalan, günün ayıklığından gecenin sarhoşluğuna sığınan, akşamı içinde duya duya esmer bir suda çalkalanan Ahmet Haşim’in o sırça köşküne yöneliyor. Kalabalığın beni boğan, eskiten, tenimi buruşturan keşmekeşliğinden, dingin berrak bir suya bırakıveriyorum kendimi. Bazen Yahya Kemal’in tarihe sarılan gözleriyle İstanbul’u keşfediyorum. Bazen Mevlânâ’nın engin hoşgörüsüne sığınıp, Yunus’un arı Türkçesiyle Türklüğümü şahlandırıp, Karacaoğlan’ın bağrı yanık sazıyla Anadolu’mu diyar diyar geziyorum. Köroğlu’nun yiğit nameleriyle haksızlığı sorguluyor, Bolu Beylerini adalete çağırıyorum. “Benim sadık yarim kara topraktır.” Diyerek her türlü hesaptan, kitaptan ıraklaşarak, teslimiyetçi bir ruh giyinen Âşık Veysel’in uzun ince yürüdüğü o yolda, Veysel’in geçtiği yolları öpe öpe, izini süre süre yürüyorum.  İnsanları koşulsuz severek, almadan vermeyi ilke edinerek, şiire tutsak yüreğimle yol alıyorum. Kendimden kaçarak bazen, bazen de kendimle uzlaşarak; ama en çok şiir bahçesinden yasak elmalar çalarak, kır çiçeklerini gönül tarlama eke eke kelimelirin büyülü dünyasının kapılarını aralıyorum. Geçtiğim her yolda değişik tatlar, kokular, yüzler var. Kullanılmamış nice kelime, nice yeni doğum. Zamansızlığın eşiğindeyken yazmak ne güzel! Kelimeleri renklere boyamak, onlara yepyeni özgün anlamlar yüklemek ne de keyifli! Yazmaya, yola devam; henüz yürünecek daha çok yol var.