Ülkemiz, üzerinde oturduğu toprakların jeopolitik konumu gereği Sanayi Devrimiyle birlikte kendisindeki ve çevresindeki yer üstü ve yer altı zenginliklerin keşfedilmesi, önemli bir kavşakta yer alıyor olması tarihin her döneminde emperyalist güçlerin iştahlarını kabartmıştır. Kurtuluş savaşını da bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Günümüze gelindiğinde ise durum dünden farklı değildir. Hatta dünden daha ağır ve dünden daha tehlikeli bir durum arz etmektedir. Dünün konvansiyonel silahlarıyla bugünün konvansiyonel ve nükleer silahların bir karşılaştırması bile yapılamaz. Bunun örneğini kuzeydeki iki komşumuz; Rusya federasyonu ile Ukrayna arasındaki ve 1. ve 2. Körfez savaşında yaşadık. Özellikle Tunus’ta başlayıp Mısır ve Suriye’ye kadar ulaşan sözüm ona “Arap Baharı” adı verilen toplumsal hareketler daha başında emperyalist güçlerin düzenlemiş olduğu bir provokatif eylemlerin sonucu olarak bugün Türkiye Cumhuriyeti’ne komşu olan ülkelerin sayısını arttırmıştır.
Örneğin; Irak ve Suriye’de, Yunanistan’da ABD ile, yine aynı bölgede Kuzey komşumuz olan Rusya federasyonu ile sınır komşusu oluverdik bir anda. Öte yandan yaşanılan bazı olaylardan da ders almışa benzemiyoruz. Burada Jonson mektubu ile 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı uygulanan ambargoları bilmem hatırlatmaya gerek var mı? İşte bütün bu örnekler bize siyasal, sosyal, “özellikle de” ekonomik ve askeri politikalarımızı bugüne göre değil de yarına göre belirlemek gerektiği gerçeği ile karşı karşıya bırakmıştır. ABD başkanı Jonson dönemin başbakanı İsmet Paşaya gönderdiği mektupta Türkiye’ye karşı bir Sovyet saldırısı karşısında yalnız bırakacakları tehdidinde bulunuyordu. Ukrayna’yı allayıp pullayanlar Rusya’nın saldırısı karşısında uzaktan usul-usul sesleniyorlardı. İşte bu uluslararası gelişmeler Türk ekonomisine önemli ölçüde darbe vuruyor, dolayısıyla da bunun faturası Türk halkına çıkarılıyordu.
Bizler bunu bölgemizde gelişen askeri ve siyasi bütün gelişmelerde yaşadık ve yaşamaya da devam ediyoruz. Uluslararası siyasi ve askeri gelişmeleri ön göremeyen siyasi iktidarların beceriksizlikleri karşısında bedeli ne yazık ki! Halka ödetmek zorunda kalıyorlardı. Örneğin Tarım alanlarını betonla dolduran bir ülke elbette halkının temel gıda ihtiyaçlarını karşılamak için ithalata başvuracaktı. Enerji alanında dışa bağımlı olan Türkiye ne yazık ki tahıl, bakliyat gibi alanlarda da her geçen gün artan bir şekilde dışa bağımlı bırakılmıştır. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi ithalatı çeşitlendirmek yerine tek bir ülkeye bağımlı kalacaktı. Yenilenebilir enerji kaynakları yerine Doğalgaz ithalatı daha kolaycı bir yaklaşım olarak orta yerde durmaktadır. Bu arada 24.01.1980 kararlarıyla Türkiye yapısal bir ekonomik değişim yaşamış ve bunun doğal sonucu olarak Uluslararası Akademik çevrelerde “Neo Liberalizm” olarak tanımlanan ve geniş halk yığınlarını devlet ve sermaye karşısında yalnız bırakan ekonomik politikalar uygulamaya başlamıştır. Buradan hareketle kamuya ait üretim tesisleri birer birer özelleştirilmiş, kamu alanları her geçen yıl daraltılmıştır. Kimi kraldan fazla kıralcılar adının başında Prof. unvanını taşıyan kimseler özelleştirmeyi savunmak için seçim meydanlarında “sosyal devleti yıktık” naraları atmışlardır. Hatta söz konusu özelleştirmeler sonucu şirketler olağan üstü kâr etmiştir. Örneğin elektrik dağıtım şirketlerinin kâr marjları %100’ün üzerine çıkmıştır.
Gelirleri azalan devlet açığı kapamak, gelirlerini arttırmak için vergilere yüklenirken diğer yanlardan da başta temel gıda maddelerine, enerjiye akıl almaz zamlar yapmak zorunda kalmıştır. Halk bir yanda ağır vergiler, diğer yanda yüksek enflasyon, bütün bunların karşısında nominal ücret artışlarıyla her geçen gün daha da fakirleşmiştir. Oysa devlet, üretimden elini-ayağını çekmemiş olsaydı, siyasi iktidarlar anlık kararlar yerine öngörülü bir şekilde geleceği görebilen politikalar uygulasaydı, ekonomik, sosyal, askeri ve siyasal politikaları işin uzmanlarına bırakmış olsaydı gerek siyasi iktidarların öngörüsüzlükleri gerekse uluslararası siyasi ve askeri gelişmelerden bu denli etkilenmezdi. Her şeyden önce Türkiye bağımsız bir devlettir. Kendi toprakları üzerinde hükümranlık hakkına sahiptir. Ne var ki, hava limanları, yer altı ve yer üstü doğal kaynaklarının yabancı sermaye safsatası altında dev konsorsiyumlara peşkeş çekilmesi ülkemizin bağımsızlığına gölge düşürmez mi?
Türkiye, uluslararası finans kuruluşlarına, çeşitli askeri paktlara ve benzeri örgütlere üye olabilir. Ancak, emperyalist güçlere güvenilemeyeceği açıktır. Bunun somut örneği kuzeyde, Ukrayna’da yaşanmaktadır. İmparatorluk peşinde koşan bir devlet karşısında Türkiye’nin tıpkı Ukrayna’da olduğu gibi olası bir saldırıda yalnız bırakılmayacağının bir garantisi yoktur. O halde Türkiye geleceğe yönelik olarak ekonomik, askeri, siyasi, kültürel ve sosyal politikalarını gözden geçirip kendi göbeğini kendisinin kesmesini öğrenmesi gerekir. İçindeki toplumsal huzursuzlukları, her geçen gün daha da ağırlaşan geçim sıkıntılarını Neo Liberal Politikalarla çözemeyeceği açıktır. İç barışı sağlayamayan bir devlette uluslararası arenada her yönden kendisini savunamaz.